BeyazKalemler Logo
Hz PEYGAMBERİM

Hz PEYGAMBERİM

Soyut veya kavramsal bir şeyin değil, her yerimize, en derinimize dokunan, dokunurken acıtan ve coşturan bir hayatın bir şeyleriyiz. Belki tanımlanamaz, tanımların içine sığamaz bir şeydir yaşadığımız ama bu neyse, onu içimizde, şuramızda buramızda en bel

Çırçıplak bir halde hayatın içinde/karşısında yaşıyorken, her bir yanından yediği rüzgârlarla kitaplara, yani maruz kaldığı hayata karşı korunaklar edinmek için tariflere giden biri olarak diyebilirim ki, bütünüyle kitabi olan, sistematik, ucu/köşesi belli duruşlar hayatın dertlerine deva olamıyor, bizi hayatın içinde yaşar kılamıyorlar. Hani vitrinlerden caddelere dökülmüş izlenimini veren âdemoğulları ve havvakızları ne kadar sahiciyse, kitaplardan fırlamış gibi duran katı/geometrik/üniformalı yaklaşımlar ve bu yaklaşımların sahibi ağızlar da o kadar yaşanılasıdır. Bu yüzden midir bilmem, uzun bir zamandır, ‘kitaplara ve insanlara bilgi nesnesi olarak bakmıyor, onlara bilgilenmek için gitmiyorum’un altını çiziyorum. Gittiğim kitap veya insan ne ve kimse, en derinlerimde izi olan hayata dair bir şeyleri hissettiriyorlarsa kendilerinde kalabiliyorum. Ve sanıyorum sadece bu sebepledir, uzunca bir zamandır çokça biyografi okuyorum. Mikro tarihçilik denebilecek bu biyografilerde, hayatın dokunurken söylettiği kalpler, bu kalplerden dökülen sözler buluyorum. Okumalarımdan edindiğim neyse, bunlar, akli ve kitabi çıkarımlar değil, hayatın cenderesinde sıkılmış kalplerin özeti gibi duruyor. Bu metinlerde ‘insan’ görebiliyorum; düşmüş, yaralanmış, acı çekmiş, ayağa kalkma çabası içinde olmuş bir âdemoğlu veya havakızını… Belki teorik, başların çok üzerinde uçuşan müteal kavramlarla yapılandırılmış disiplinel bilgiler edinmiyorum ama, kalbimde ağrılarını hissettiğim hayatın dertlerine merhem hafif ılık bir rüzgâr hissediyorum.

Artık ‘bilme’nin her durumda iyileştirmediğini anlamış bulunuyorum. Ağır kitap ve yorumlardan dikilmiş kimliklerin içine hapsolmuş yüzler yüzüme soğuklar üfürüyor. Formüllerin içinde/üstünde kendilerine ve başkalarına hayat kuranlar, sanki bizi köşeli bir alanın içine sıkıştırıyorlar. Yanlarında bir türlü rahat edemiyor, oturamıyor, ellerimizi nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Dışarıda usulsüz bir hayat kendini dayatırken, bakışın, oturuşun, dile gelişin bile ‘usul’lendiği bu köşeli hayatlar bize bir oyun, bir kurmaca gibi geliyor. Ve her oyun gibi, bu hayatlar da insanda ‘mış’ duygusunu uyandırıyor; öyleymiş gibi… Karşınızda ağır kitaplardan çıkmış gibi duran ‘insan’ canlı, yaşayan biri gibi gelmiyor, orada oluşun rolünü oynuyormuş gibi duruyor.

Sözümü nereye getirmek istediğimi hala anlatabilmiş değilim. En iyisi kestirmeden söylemek… Kendisi öyle olmasa da; hayatın içinde, her halinden hayat okunan, dokunduğu her bir şeyi hayatın içine taşıyan, her bir şeye hayat götüren biri olsa da, Hz Peygamber’in çok kitabi bir özne olarak anlatıldığını düşünüyorum. Eğer metnin kıvrımlarına ve satır aralarına düşerek Hz Peygamber’i okuyamazsanız, gidip yanı başına oturabileceğiniz, sevgi/hürmet/minnet/iman alaşımı bir hissediş uyandıran bir peygamberden çok, ‘buyurgan’ bir ‘efendi’yle karşılaşırsınız. Bu yetmiyor sanki, bir de şimdilerde kendine zemin bulan, ağlamaklı/melankolik hastalıklı ‘şiirimsi’ bir mikrofon dili çıktı. Ağır kitabi dil Hz Peygamber’e hayat geçirmez bir üniforma diktirip yüzünü somurtarak O’nu ‘yaklaşılmaz’ kılarken, ergenlik çıbanı mıy mıy bir melankolinin dili de O’nu ‘ulaşılmaz’ acıtan bir sevgiliye dönüştürüyor.

Okuduğum, bildiğim, dahası hissettiğim ‘Hz Peygamberim’ başka bir şeydir. Kuşu ölen komşu çocuğuna taziyeye giden, sevgili eşi Ayşe’ye ‘Aiş’ diyecek kadar ‘naif’ olabilen, sevgili torunlarını başında gezdiren, o güne kadar kendilerine toprağın altı gösterilen kız çocuklarına ‘hayat’ta yol veren, her dem kirli olan ‘iktidar’ın birer süprüntüymüş gibi kuytulara ittiği insanlara yanı başında yer ayıran, daha yirmi beş yaşındayken ‘erdemliler ittifakı’nda yer alıp hakları elinden alınmış insanların haklarını arayan, ‘küçük savaş’tan ‘büyük savaş’a dönen, vefatından sonra ‘para’yı değil paranın alamadığı şeyleri miras bırakan bir insan-ı kamil, bir Nebi’dir.  Yakın zamanda İhsan Eliaçık’tan okuduğum bir yazıda bir kez daha bu ‘Hz Peygamberim’le karşılaştım. “Hz Peygamber ‘din adamı’ mıydı?” başlıklı bu yazıdan kısa bir alıntı yaparak, bu vesileyle bu yazının bütününe ulaşılıp okunmasını isterim. Alıntı şu:

“Hz. Peygamber, daha ilk gençlik yıllarından itibaren post üzerinde köşesine çekilmiş oturan ‘yeşil sarıklı ulu bir hoca’ tipinde değildir. Genç, aktif, dinamik, canlı ve hayatın doğrudan içinde birisidir. 35 yaşından itibaren de içten gelen bir yalnızlığa bürünmüş, dağlarda, ıssız tepelerde gökleri seyretmeye, yaşadığı şehre tepeden bakarak ‘Ben kimim ve bu hal neyin nesi?’ diye sormaya, sorgulamaya başlamıştı. Çektiği varoluş sancısı onu geleceğe hazırlamaktaydı. Allah bu sancıyı karşılıksız bırakmadı. Hira mağarasından şehre inip, tarihin önüne çıkarak kendini peygamber olarak tanıttığında yanında Allah’tan başka hiç kimse yoktu. (…) Dikkatle baktığımızda, Hz. Peygamber’in, dini özel bir meslek olmaktan çıkarıp, genele yayarak (umum/ummi) hava gibi herkesin soluduğu bir hayat kaynağına döndürmek amacında olduğunu görürüz.

Hayat denen şey, tarife gelemeyendir; ona dair getirilen her bir tarif, çok şeyini dışarıda bırakır. Gidip bu tariflerden birine oturduğumuzda, o tarif içinde kendimizi hayata açtığımızda, tarifimizin hayatı karşılayamadığını, acılarına ve coşkularına karşılık gelemediğini görürüz. Tarif ve tanımların, koca bir denizi içine sığdırabileceklerini iddia eden komik kaplar olduğunu anlarız. Tarif ve tanımlar, başta, hayatın o ele avuca gelmez ‘saldırı’larına karşı korunaklı evler gibi görünse de, yaşanarak görülür ki, içine girilen bu evler, hayatın dokunuşlarıyla her bir yerlerinden dökülürler.


Oynadığı Sinemalar



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-04-10 01:08:13
Değişiklik Tarihi : 2007-04-12 13:03:20
Okunma Sayısı : 7013
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim