BeyazKalemler Logo
Kalbiyle Düşünen Filozof

Kalbiyle Düşünen Filozof

Şubatın, şubat olmaktan aciz kaldığı günlerde, yalancı baharın aydınlık ve sıcak yüzünün tebessümüne kanarak sıcak bir çay eşliğinde maziye yolculuk yapmaya hazırlanıyorum.

Fatma Zehra

Şubatın, şubat olmaktan aciz kaldığı günlerde, yalancı baharın aydınlık ve sıcak yüzünün tebessümüne kanarak sıcak bir çay eşliğinde maziye yolculuk yapmaya hazırlanıyorum.

Kişisel tarihimin karanlık sayfalarını aydınlatan kitaplar, kelimeler ve isimler eşliğinde yaptığım yolculuğun, yaralarıma merhem olmasını diliyorum... Bir isimin peşine düşmüş, o kütüphane senin bu kütüphane benim koşturmaktan yorulmuşken, aklıma düşen bir başka ismin gölgesinde, ocakta dumanı tüten çayımla birlikte demleniyorum...

Aklıma düşen ismin kitapları, aklım ve kalbim kadar dağınık masamın her bir köşesinde arz-ı endam ediyor: Hiç Kimseye Mektuplar, Hiç Yoktan İyidir, Elveda Oblomov ve Çıkar Sokak... Hayatın çıkmaz sokaklarına girmemişken ve çıkmaz sokak nedir, hiç bilmezken tanıştığımı hatırlıyorum bu kitapların sahibiyle... Gerilere, ta gerilere gittikçe sisler dağılıyor ve kalbimdeki yaralı mazinin kapısını tıklatıyorum usulca... Kalbimin sahibinin önünde baş eğip diz kırdıktan sonra kalemi elime alıyor, mazideki cümlelerin altına yeni yeni notlar düşüyorum...

Sevdiklerinden uzak düştüğünde gurbetin soğuk yüzüyle karşılaşan her âdemoğlu ve havva kızı gibi üşüdüğümde beni sarıp sarmalayacak, düştüğümde kaldıracak ve gurbetin açtığı yaraları iyileştirecek bir dost, bir sıla aramıştım da kendime, kitaplardan başka yaren bulamamıştım yanımda yöremde... Deniz suyu içen bir fâni gibiydim kitaplar karşısında, onlardan ruhuma akan iksirden içtikçe daha çok susuyor susadıkça daha çok okuyordum. İşte tam o günlerde karşılaşmıştım “kalbiyle düşünen filozofla”...

Henüz on iki yaşlarında bir çocuktum... Belletmen ablamın verdiği “çeteleyi” dolduruvermiştim de bir kitap kazanmıştım yaşıtlarımın arasından sıyrılarak... “Özdeki Billur Dünya”ya ışık tutan kitabın önsözünün altında bir imza duruyordu: Nihat Dağlı... Bu imzayla o gün ilk defa karşılaşıyordum, sonraları çokça karşılaşacağımı bilmeden...

Daha sonra Sızıntı dergisinin iki kapağının arasından göz kırpmaya başladı bana “kalbiyle düşünen filozof”. 12-13 yaşlarındaki bir kız çocuğu, yaşından büyük her şeye merak sardığı gibi bu yazılara da fena halde merak sarmıştı... Artık Nihat Dağlı her kimse, benim yazarımdı. İsmini her nerede gördüysem “oku”maya başladım, yazıları ve yazarı... Daha sonra benim gibi edebiyat ve felsefe düşkünü bir sürü kız arkadaşımın Nihat Dağlı yazılarını severek okuduğunu gördüm. Hepsinin söylediği ortak bir cümle vardı: “Bu yazar, bizi anlıyor.” Bilhassa kızlarda oluşan ve onların hassas dünyalarını çokça yaralayan “anlaşılmama” duygusuna merhem oluyordu Nihat Dağlı bir anlamda...

Aradan yıllar geçmişti... Bende biriken cümleler ruhumu ağırlaştırmaya başlayınca çareyi onları bir yerlere dökmekte bulmuştum. Okuyor, yazıyor ve hayat hakkında düşünüyordum. Bir gün Yitik Düşler’in bir sayısında Nihat Dağlı’nın patates salatası yaptığını okuyunca muzipçe gülmüş ve içimdeki haylaz çocuğun çığlıklarına bîgâne kalamamıştım. Evet onu, bu yazısını bahane ederek kalemime dolayacaktım. Maksadım sadece kendimce eğlenmek ve hoş bir yazı yazmaktı. Ama yazının, gidip de onun “muzip” dünyasına dokunacağı hiç aklıma gelmemişti. Çünkü yazıyı yayımlatmak gibi bir derdim de yoktu. Ama işte nasıl olduysa bir şekilde gidip onun dünyasına dahası kalbine dokunmuştu yazı... Dokunmakla kalmayıp yıllar yılı süren gıyabi bir dostluğu vicahi bir dostluğa dönüştürmüştü... İyi ki de dönüştürmüştü!... İnsan bir kalple karşılaşmış, yazdığı gibi yaşayan ve kalbiyle düşünen bir filozof çıkmıştı karşıma...

Hayatın “çıkar sokaklarında” “hiç yoktan iyidir” diye gezinirken ve içimdeki “hiçkimseye mektuplar” gönderirken; hayat bir sürpriz daha yaptı ve biz aynı iş yerinin havasını solumaya başladık “Nihat Abiyle”... Artık aynı birimde birtakım işlere birlikte imza atmaya başlamıştık... Ta çocukluktan yetişkinliğe adım atmaya hazırlandığım dönemlerde bana eşlik eden o “uzaktaki adam” artık yakınımdaydı... Böyle bir şeyi hiç hayal etmemiştim sanırım...

Ama bu vesile ile onu daha yakından tanımaya başlamıştım.

Hilmi Yavuz’un son kitabında “Şiirim Gibi Yaşadım” dediği gibi Nihat Abi de yazısı gibi yaşıyordu... Yalın, ama bir o kadar anlam yüklü... Telaşla “Geç kaldım.” dediğimde: “Geç kalmak yoktur, her şey olması gereken vakitte olur.” diyordu. Herkesin karmaşık şeyler söylediği demde “Hayat böyle bir şeydir işte...” gibi basit ama bir o kadar da zorlu bir cümle kuruyordu... “Temel şeyler” üzerine kuruluydu ona göre hayat... Zor ama yaşanılası bir hayata yazgılıydık ve O varsa problem yoktu...

İş yerindeki isyankâr ve muzip tavırları herkesin dikkatini çekiyordu. Çalıştığımız yerin kaotik ve hiyerarşik yapısına inat o, çaycıların masasında yemeğe oturuyor ve onlarla birlikte yiyordu yemeğini. Hiçbir şey ortaya koyamamanın verdiği kasıntıdan olsa gerek havasından yanına yanaşılamayan insanların yanında o, “meşhur” bir yazar olduğunu unutuyor onlardan biri gibi davranıyordu. Ya da zaten o hiç meşhur bir yazar olduğunu düşünmemiş, insanlardan bir insan olarak değerlendirmişti kendini ve öyle yaşamıştı hep... Çünkü o kalbiyle düşünen filozoftu... Aklı değil, kalbi önceliyordu.

Şimdi oturmuş onu anlatan yazımı nihayete erdirecek cümleler ararken tek bir cümle düşüyor aklıma: İyi ki varsın kalbiyle düşünen filozof.. Aklınla ve kalbinle bin yaşa!...


Oynadığı Sinemalar



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-03-28 19:21:30
Değişiklik Tarihi : 2007-03-28 23:43:44
Okunma Sayısı : 7798
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim