BeyazKalemler Logo
ALİ ÇOLAK VE NİHAT DAĞLI’NIN YAZI EVİ

ALİ ÇOLAK VE NİHAT DAĞLI’NIN YAZI EVİ

Dil mabedinin işçiliğine soyunmuş ve genelde yazıyı, özelde ise denemeyi kendine “ev” bilmiş Ali Çolak ve Nihat Dağlı da yazılarında, sakinlerine sükûnet veren “ev”den ve yol(culuk)dan söz açmadan edememişlerdir.

Evi, dışarıda bir nesne olarak değil, hakikate temas etmiş bir iç dünyanın dışarıya taşmış bir tefekkür ve estetik izharı olarak anlamadıkça evsizliğimiz ve yabancılığımızın sonu gelmeyecektir. (Mustafa Armağan)

Her fâni, kendisini sarıp sarmalayacak, içindeki aidiyet duygusunu tatmin edecek bir “ev” arayışı ile “dünya evi”ne çıkagelir. O, daha “dünya evi”nin gerçekliğini duyumsamadan sınırsızlığa ayarlı ruhunun bir türlü sığ(ın)amayacağı ama onsuz da yapamayacağı bir “ev”le tanıştırılır; sınırları çizilmiş bir bedenle... Evet bir faninin ilk evidir bedeni... Daha sonra ana rahmi ve doğumuyla birlikte bırakıldığı sıcacık ana kucağı ona “ev” olma görevini üstlenirler.  

İnsan yaratılışı itibariyle bir “ev”le ikame edildiği içindir ki, onun dünya yolculuğundaki “ev” arayışı, zamanla bitmek tükenmek bilmeyen bir hal alır. O bir “ev” arayışına girmekle, kendi aczini ve fakrını dillendirmekten başka bir şey yapmaz aslında... Çünkü korunma ve kollanma isteğinin inşa edilmiş halinden başka bir şey değildir ev denen mekân... 

Bir mekâna sığınma isteği, insanın en hayati arzularının can damarını oluşturduğu gibi, bir mekâna sığınan/sığınamayan insan halleri de edebiyatın ve felsefenin en fazla tartışılan, üzerinde yazılıp çizilen konularının başında gelir. Yazıyla akrabalığı olan her kişi, herhangi bir konuda bile kalem oynatırken kendi içindeki “ev”i ve kendisine “ev” olan şeyleri konu edinmekten bir türlü kurtulamaz. Bunun, “ikame etmek”le “ikamet etmek” fiileri arasındaki derin bağdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ece Temelkuran, “ikame etme”nin, “ikamet etmek”le arasındaki ilişkiyi vurgulamak için şöyle der: ‘Dünyanın bütün çiçeklerini yollarda, yolculuklarda görebilirsiniz. Ama kendi alçakgönüllü sardunyanızı yetiştirmek için bütün yolculukları ancak bir ev ikindisinde birbirine bağlayıp bir anlam çıkarabiliyorsunuz. Cümle kurmak için evde olmak, yerleşmek gerekiyor; cümlenin sözcüklerini dünyanın yollarında toplamış olsanız da...’ 

(Bir eseri, düşünceyi, yazıyı, şiiri vs.) İkame etmek için ikamet etmenin zorunluluğu; okumayı ve yazmayı hem “ev” hem “iş” edinmiş her faniye, bir ev edinme ihtiyacını işaretler. Bu ihtiyacının sonucunda o, uzun soluklu okuma yolculuklarını dinlendireceği/demlendireceği ve zihnine süzülen düşünceleri ikamet ettireceği bir “ev” ikame etmekle başlar işe. Bu evi inşa ederken, kendisine emanet edilmiş bir ev olan dilin –dil varlığın evidir, heidegger- sınırsız imkanlarından yararlanma yolunu seçer o.  

Dil mabedinin işçiliğine soyunmuş ve genelde yazıyı, özelde ise denemeyi kendine “ev” bilmiş Ali Çolak ve Nihat Dağlı da yazılarında, sakinlerine sükûnet veren “ev”den ve onun bir türlü yerinde durmayan afacan kardeşi yol(culuk)dan söz açmadan edememişlerdir. Bu iki yazarın yazılarındaki evlerin ve yolculukların izini sürdüğümüzde, karşımıza birbirinden ilginç tablolar çıkar.  

İki yazarın, sıkı okuyucuları için dikkatlerden kaçması mümkün olmayan bir ortak noktası vardır: Ev ve yol kavramlarının kışkırtıcılığından kalemlerini bir türlü kurtaramamış olmaları... Ev ve yol, her iki yazar için de yeni düşünceler yeşertebilmek için münbit bir alan olmuştur. Farklı konulardan söz açtıklarında bile yazılarının bir kıyısına ev veya yol notu düşmekten kendilerini alamamışlardır. Bu, onların ortak noktası olsa bile ikisinin algı dünyasındaki ev ve yol kavramları o kadar farklıdır ki, iki yazarı da yakından takip eden okuycular için bu, düşünsel anlamda bir şölen halini alır.  

Yazarlarımızın ayrıldıkları ilk nokta, ev ve dışarısının insana sunduklarıdır. Ali Çolak için, ev bir sığınak değil, başlı başına yaşanılası bir dünyadır. Onun için, “‘Ev’in “başını sokacak bir yer”den öte anlamları vardır.”1 O, koskocaman hayal dünyasını bir ev içine sığdırabilmiş ve küçücük korunaklı bir yuvada naif bir düşü büyütegelmiştir. Sokağın acımasızlığını, hoyratlığını ve soğukluğunu evin sıcacık şefkatli ikliminde eritmek onun vazgeçilmezleri arasındadır. Evini, işini ve sokağını kendine vatan2 bilmiş bir yazardır Ali Çolak. Fazlasını istemez kesinlikle; bir evin içinden belki “bir bahçe düşü kurmak” için çıkılabilir. Yoksa ev, her hülyayı içinde barındırabilecek kadar geniştir.  

Bacasından dumanı tüten bir ev onu ne kadar mutlu ediyorsa “evsizlik” de o kadar içini acıtır. Evsiz kalmak onun için rüyasız kalmakla eşdeğerdir3. “İçinde rüya görecek bir evi olmamak ne acıdır. “Kendine ait bir oda”sı olmamak; eşyaları, masası, dolabı, göğe bakacak bir penceresi...”4 cümleleriyle evsizlik durumunun kendisinde yarattığı ruh üşümesine tercüman olur.

Yollar dolayısıyla da dışarısı, Ali Çolak gibi naif duyarlılıkları olan bir yazar için hiç tekin değildir. Onu mutlu etmekten uzak düşerler her seferinde yollar ve yolculuklar. İçinde kocaman kocaman “ev” çığlıkları çınlarken, dışarının ve yolculukların o büyülü sesine bir türlü kulak veremez. İçindeki sesi bastırıp gitmeye kalkıştığında ise “gitmekle kalmak arasında”5 kalır. Kalmak duygusu bir türlü yakasını bırakmaz. Zaten o ses sayesinde gittiği yerde de rahat edemez bir türlü. “Bana bin yıl şu yaşadığın şehrin dışına çıkmayacaksın deseler, itiraz etmem. Dahası evim, sokağım, işyerim `vatan`ımdır benim. Onlardan uzaklaştım mı, dehşetli bir gurbet duygusu çöreklenir üstüme; koyu bir hüzün, tarifsiz bir yalnızlık içinde boğulurum sanki. Başka coğrafyalardan, uzak ülkelerden söz etmiyorum, yaşadığım muhitin biraz dışına çıksam, mesela şu İstanbul`un aristokrat bir semtine gitsem, aynı gurbet duygusu çıkıp gelir. Ne yediğimden zevk alırım ne içtiğimden. Bir an önce buradan kurtulsam da evime kavuşsam diye dua eder dururum. Şehirlerarası yolculuklar da tam bir azaptır benim için. Daha baştan, yolculuk fikrinin kendisi metabolizmamı bozar. Kalp atışlarım değişir, heyecan basar, mideme hafiften ağrılar girer; bir sıkıntıdır kaplar içimi.”6 Hasılı evinden başka her yer gurbettir yazarımız için.

Nihat Dağlı içinse durum tam tersidir. Evlere, mekânlara sığamaz/sığınamaz bir türlü. Yolları ve yolculuk halini “ev” edinmiş bir âdemoğludur o. Ötekini tanımak ve anlamak için yolları bir zorunluluk olarak görür Nihat Dağlı. Ev, sadece yollardan toplanan düşünceleri demlendirmek için gerekliliktir. Yoksa her daim bir eve hapsolup kalmak onu boğar. Yeni düşünceler ve yeni yüzler özlemiyle her seferinde kendini yollara vurur. Yol ve yolculuk haliden bağımsız kalmak düşüncesi onu sıkar. Kendi ruhunda sık sık içsel yolculuklar yapar yetmez, kitapların ve yazarların arasında yol almaya başlar o da yetmez evin dışına atıverir kendini... Bu, “ev”in içindekileri tedirgin eden bir durum olsa da, o bütün bunlara kulaklarını tıkar içinde yaşanan duygu bölünmesine rağmen gitmeye ayarlanır.

Kolay değildir gitmek; insan bir yolcu olsa da... Peşini bırakmayan bir şeyler vardır, onlardan kopmak zorunluluğu insanı ikiye böler. Nihat Dağlı da ikiye bölünmüş bir âdemdir bu sebeple. Bir yanı yolda, diğer bir yanı evde kalmış bir âdem... Çekip gitme kaçınılmaz olmuştur. Durulan yer hapishaneye dönmüş, bizi boğuyordur. Önümüzde; yolculuk, bitimsiz bir yolculuk açılmıştır. ‘Her şey berbatsa, çekip gidin!’ uyarısıyla ayaklanmışızdır. Gitmemiz gerekiyor, ama nereye? Çok satan bir cümle, kolayca bir çözüm dikilir karşımıza: ‘Yüreğinizin götürdüğü yere...’ denir. Bu kadar kolay değil işte! Çekip gitmeye niyetlendik mi; ev, tarih, bağlanmışlık, kazınamayan aidiyet, bir anne sinesi kadar güvenli alışkanlıklar üzerimize çullanır, bizi öylece tutarlar. Bitimsiz bir yolculuğun önünde öylece çakılı kalırız; kalma ve gitme arasında kütleşiriz. Benjamin’in o meleği gibi, yüzümüz ileriye, gövdemizse geriye bakar. Tarihimiz el sallar bize; annemiz, babamız, kardeşlerimiz... Ağlamak tutar bizi; kopuşun kaçınılmazlığı ve acısı ırgalar.”7

Hayatı bir yolculuk olarak algılayan yazar, gitmenin ve bölünmüşlüğün verdiği acıyı, yolda gördüğü “yeni” şeylerle dindirir: “Sorularının peşine düşüp evrende yolculuğa çıkan bir seyyah oluruz. Evreni dolduran küçük büyük şeylerin toplamını, her bir şeyin diğeriyle ve bütüne olan ilgisini farkedip, hayrette kalırız. Gökyüzü çağırır bizi; gezegenden gezegene, yıldızdan yıldıza gider; elimizden tutan, yüreğimize ve zihnimize ulanan sesler toplarız. Gökyüzünden yeryüzüne akan güneş ışınlarıyla, toprağın bağrına düşen yağmurlarla yere iner, gökyüzünün yeryüzüne iyiliğine şahit olur, baştan ayağa iyilik kesiliriz.”8

Her yeni yüz, yeni söz onun acılarına merhem olacak niteliktedir. Onlarla birlikte çoğalır, çoğaldıkça iyileşir. Böylelikle yolu ve yolculuğu kendisi için bir zahmet olmaktan çıkarır. Bu arada okurunun kalbine de, hayat yolunun zahmetlerine ancak bu şekilde katlanılabileceği fikrini iliştirmekten geri durmaz.

Her ne kadar yol ve yolculuk halini kendine “ev” edinmişse de yazar, yolda topladıklarını birleştirmek ve anlamlı hale getirmek için bir eve ihtiyaç duyar. Her yolculuğun, sonunda bir “ev”le anlam kazanacağının bilincindedir o. “Yolculuğu güzelleştiren, anlamlı kılan şey ‘dönüş’tür. Dönülüyor ki; yolda geçen zaman, yoldan toplanan şey(ler), anlamlı hale geliyor. Evlerde düşünülüp, yolculuklardan bir şey (anlam, yolcunun sığındığı/tutunduğu/dillendirdiği) çıkarılıyor, orada birikimler demleniyor. Değilse, dönülmeseydi yani, yolculuklar sadece oradan oraya savrulmak olurdu. Savruk, dağınık, parçalanmış bir şey olurdu yolcu. Yol kadar ev de önemlidir. Ev yolculukları anlamlandırıyorken, evde anlatılan yol hikayeleri de, evi heyecanlı kılar.”9 

İşte iki yazarın düşüncelerinin kesiştiği noktadır burası: Hayatı ikame eden, ayakta tutan şeyin bir “ev” olduğu gerçeği... İnsanın zamandan ve mekândan soyutlanamaz oluşunu konu edinirler her ikisi de. Böylelikle anlarız ki insan, zaman ve mekânla kaim olduğu gibi, zaman ve mekân da insanla kaimdir. Okuduğumuz yazılardan edindiğimiz izlenim bizi, yine aciz ve fakir olduğumuz gerçeğiyle yüzleştirir... Evsiz yapamayacak kadar aciz ve fakirizdir işte...  

İçinde yolculuk yaptığımız yazıların satır aralarında kalbimize usulca fısıldanan en esaslı söz ise; O Aşkın Varlığın, “zaman”dan ve “mekân”dan münezzeh oluşuyla, her fâninin içinde filizlenen güvenlik arayışına cevap verdiğidir...

Fatma Zehra

Dergah - Sayı 208 - Haziran 2007

Dipnotlar:

[1] Ali Çolak, Evsiz ve Rüyasız, Günsarısı, Zaman Kitap.

[2] Ali Çolak, Gitmekle Kalmak Arasında, Zaman gazetesi, 30.12.2006

[3] Ali Çolak, Evsiz ve Rüyasız, Günsarısı, Zaman Kitap.

[4] A.g.y.

[5] Ali Çolak, Gitmekle Kalmak Arasında, Zaman gazetesi, 30.12.2006

[6] A.g.y.

[7] Nihat Dağlı, Yolda, Ay Vakti, Temmuz-Ağustos 2005.

[8] A.g.y.

[9] A.g.y.

 

 

 



Oynadığı Sinemalar



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-06-08 02:17:46
Değişiklik Tarihi : 2007-06-27 22:45:54
Okunma Sayısı : 9665
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim