BeyazKalemler Logo
sivas

sivas

İlk ayrılığı, ilk uzağı yaşadığım yer Sivas. 91’de Maraş’tan 30 liraya aldığım biletle bindim otobüse. Gün ikindiyi vururken hareket ettik. Yapayalnızdım, yirmisinde bir delikanlıydım. Okula geç başlamıştım, üniversiteyi bitirmem gereken yaş

 

Recep Şükrü Güngör

ZADEGAN YUVASINDA GALİP OKUDUĞUMDUR SİVAS

 

İlk ayrılığı, ilk uzağı yaşadığım yer Sivas.

91’de Maraş’tan 30 liraya aldığım biletle bindim otobüse. Gün ikindiyi vururken hareket ettik. Yapayalnızdım, yirmisinde bir delikanlıydım. Okula geç başlamıştım, üniversiteyi bitirmem gereken yaşta kayda gidiyordum. Bir eylül gecesi, yirmi üç otuzda, Sivas’ın büyük(!) otogarına indim. Kısa kollu gömlek vardı üzerimde, titremeye başladım. O mevsimde Maraş yaz havasındaydı. Sivas’a ise güz gelmişti. Dişlerimi çarpa çarpa cebimden Buruciye yurdunun telefonu kayıtlı kağıdı çıkardım. Müdür yardımcısı olduğunu söyleyen bir felsefe öğretmeni yurdun yerini tarif etti. Kağıda bir şeyler karaladım. Çantamı alıp bir taksiye bindim. Alibaba Mahallesi’ni baştan sona dolandırdıktan sonra beni bir yerde bıraktı. Yabancıydım, sesimi çıkaramıyordum, korkuyordum, ürküyordum. Otobüs biletinden fazla ödedim taksiye.

Sivas’ı ilk önce o taksiciyle anımsıyorum.

O gece beni yurtta, gecenin on ikisinde, yedirdiler, içirdiler, ağırladılar. Yurttan memnun kalmıştım. O gecenin, battaniyeye sarılıp tattığım serin uykusunu unutamam. Sabah kayda gideceğiz. Orta boylu, şişmanca, güler yüzlü biri geldi. Tıp öğrencisi Muhammed. Üstelik hemşerim. Ooohh. Ne iyi! Sevinçten göklere uçuruyorum. Bir kardeşimle karşılaşmış kadar sevinçliyim. Cumhuriyet üniversitesine vardık. Çömeziz. İkinci, üçüncü sınıf öğrencilerinin üst perdeden bakışları nasıl da eziyor.

Son sınıflar telaşlıydı, hava atacak halde değillerdi. Kayıt bürosuna vardık, evrakları uzattım. Kayıt memuru inceledi. Milli Eğitim bursu evrakları, diploma, nüfus cüzdanı… ama banka dekontu yok. Dekont sözünü ilk kez mi duyuyordum, hatırlayamıyorum. Adamın gözlerine bakıyorum, yani ne oldu, kaydı yap işte, demek istiyorum. Görevli söylemek istediklerimi donuk bakışlarımdan anlıyor. Arkadaşın var mı, diyor. Ben de kapıda bekleyen tıpçı hemşerimi işaret ediyorum. Onu çağırıyor. Dekont yok diyor, bulun gelin diyor. Dışarıda, pencere önünde bütün evrakları inceliyor, dekontu bulamıyoruz. Tıpçı, bana dönüyor, sen bankaya para yatırdın mı diyor? Yatırmadım, ne parası, devlet eğitimi parasız vermiyor mu, diyorum. Tıpçı hemşerim, benim bu konulardaki cehaletimi anlayışla karşılıyor, beraber Ziraat Bankası’na gidiyoruz. Sırada iki saat bekliyoruz. Paran var mı diyor. Otuz beş lira var diyorum. Otuzu dönüş, beşi de dolmuş için. Hemşerim, şaşkınlıktan küçük dilini yutuyor. Yüz elli lirayı ödüyor, ama kayıt saati bitiyor. İkinci gün kaydı yaptırıp Maraş’a dönüyorum. Şehirde gidebileceğim bir halam var, onlara gidiyorum. Ramazan amcamın da evi var ama o yel yepelek bir adam. Ne zaman evde olacağı belli olmaz. Halama gidiyorum, otogardan üç saat yürüyerek. Tıpçı hemşerime yüz elli borçluyum. Nasıl edip de ödemeli!

Türk Dili ve edebiyatı okumaya gittim Sivas’a.

Evlerde, yurtlarda kaldım.

Son sınıfta, öğrenci evlerinden atıldım, Bankalar caddesinde yalnız başıma kaldım. Alt katta Manisalı Aydın ile Gülşah kalıyordu. O zaman nişanlıydılar. Belediye, evin suyunu benden önce oturanların borcu yüzünden kapattı. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’nun makamına gittim, derdimi anlattım, not aldı. Ne yaptıysam açmadılar. Borcunu ödemem gerekiyordu. Ev sahibim bir köy muhtarıydı. Kaba bir adamdı. Sadece kirasını biliyordu. Su parasını öde, açtır suyu, dedim. Adam ne konuştuğumu anlamıyordu bile. Ben de gittim bir sucu buldum, adam MHP’liymiş. Belediyeye, Temel Karamollaoğlu’na muhalif mi muhalif. Saati söktü, direk bir boru taktı. Evimin suyu şırıl şırıl akıyordu. O evi anlatacağım.

Sivas’ta tanıdığım yerlerden biri de Buruciye yurdu oldu. Orada kaldım üç beş ay kadar. Sınıf arkadaşım Ankaralı Salih’le beraber. Felsefeci orada müdür yardımcısıydı. Onun yardımını unutamam. Cemil Meriç’i de onun işaret etmesiyle okudum. Yurtta gece gündüz kitap okuyordum. Okula gitmek istemiyordum. Hele hocalardan birinin adı Nazım Hikmet idi. Bu komünistle nasıl geçineceğiz, okulu nasıl bitireceğiz!!! Kafam zonkluyordu. Yurtta her gece bir kitap bitiriyordum ama o okumaların ne kadar verimsiz, cihetsiz olduğunu şimdi anlıyorum.

Bahar yaklaşmıştı, ben Sivas Kongresi’nin yapıldığı o meşhur binanın yanında bir eve taşındım. Karşı komşumuz karı koca beden eğitimi öğretmeniydiler. Çocuklarının isimleri ilgimi çekerdi: Tuçe, Suçe, Puçe… O komşumuz bazı akşamlar kek, kısır köfte, tatlı nevinden ikramlar getirirdi. Bizi severlerdi. Çocuklarına güleryüz gösterir, onların ödevlerini yaptırırdık. Sivas’ta kaldığım yılların en iyi zamanlarını o evde yaşadım. En verimli zamanlarını. Ta ki Sivas olayları oluncaya kadar.

Sivas olaylarını yaşadım, onlara kare kare şahit oldum. Çifte minareli medreseden başlayıp merkez camisine, oradan kültür merkezine, valiliğe, tekrar kültür merkezine ve son olarak Madımak oteline kadar uzanan o günün olaylarını hiç unutamam. O kara yüzlü, secdesiz grubun “şeriat elden gidiyor!” feryatlarıyla galeyana gelen halkın bir anlık kıvılcımla nasıl kendinden geçtiğini şimdi gibi anımsıyorum. O güne dek Alevi Sünni kavgası olmuyordu. Ufak tefek hadiseler her grup arasında yaşanıyor. Oruçlu bir çocuğun dayak yemesi olayını Ali Kırca’nın “Oruç tutmayan Alevi dayak yedi” cümleleriyle haber yapmasını unutamam. Alevi arkadaşlarım vardı, çok samimiydik. Birbirimize çok yakındık.

O sabah, bütünleme sınavıma çalıştım. Cumaydı. Camiye erken gitmek, medresenin oradaki Pir Sultan etkinliklerini gözlemlemek maksadıyla erken çıktım. (Kongre binasının iki yüz metre ilerisinde bir öğrenci evinde kalıyordum.) Aziz Nesin’le yarım saat kadar konuştum. Gülüyordu, anlatıyordu, neşesi pek yerindeydi. Üzerinde mavi bir gömlek vardı. Uzaktan bakınca polis gibi görünüyordu. Ben paramın olmadığını, kitap imzalatamadığımı söyledim. Cumadan sonra yine uğrayacağımı da belirttim. Gel, dedi, seninle konuşalım, dedi. Sana Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz kitabımı vereyim dedi. Dedi ama cumadan sonra Aziz Nesin’i göremedim.

Cuma kılarken hemen yan tarafta, davul sesi hiç durmadı. Oysa Aleviler böyle yapmazdı, Cuma namazında gürültü yapmazlardı. Bir tuhaflık vardı. Cumadan sonra bir gürültü, bir patırtı… camiden çıkan kendini bu cümbüşün içinde buldu. Ben de katıldım. Otel yanmaya başlayınca silahlar patladı. Kültür merkezinde de silahlar patladı. İçerden ateş ettiler. Otelin içinden de ateş ettiler. Orada kaç kişinin öldüğünü bilen yok. Otelin alevleri yükselmeye başlayınca en yakın öğrenci evine attım kendimi. Sınıf arkadaşım şişman Levent’in kaldığı ev. Sabah olunca oradan ayrıldım, kaldığım eve doğru yürümeye başladım. Otelin hemen yanından geçiyordum. Erdal İnönü, genel kurmay başkanı, vali, emniyet müdürü… birçok devlet adamı ve gazeteciler inceleme yapıyorlardı. Bana necisin diyen yoktu. Eve gittim, evde kimseler yok. Biraz oyalandım. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, Nurullah Ataçtan bazı dil yazılarını, misfağımı, namaz takkemi, tespihimi, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiir kitaplarından birini bir poşete aldım çıktım. Valiliğin önünden geçerken bir polis çevirdi beni. “Ne geziyorsun? Sıkıyönetim ilan edildi, bilmiyor musun?”. “Abi ben üniversite öğrencisiyim. Arkadaşlara ders çalışmaya gidiyorum. Bir şeyden haberim yok.” Ne dediysem dinletemedim. Maraşlı oluşum, potansiyel suçlu olmam anlamına geliyormuş. Böyle söyledi. Kimliğimi aldı, polis merkezine götürdü beni. Bir ara yaka numarasını avucuma yazmaya çalıştım, beni boğacaktı neredeyse. Cumhuriyet karakolunda bir gün kaldıktan sonra serbest bıraktılar. Karakol komutanı neci olduğumu sordu. Tespih, takke var, Nurullah Ataç var. Sağcı mıydım, solcu muydum? Neyse, sonra neci olduğumu anladılar. Emniyette Celalettin Cerrah vardı. Bir de hemşerim bir istihbaratçı. İkinci gün Sivas’ta, adımın gazetelerde bölüm başkanımız T. Karacan’ın direktifleriyle katiller arasında ilan edildiğini öğrendim. Şehri hemen terk ettim. İki ay sonra sınavlara gittiğimde arandığımı öğrendim. Bölüm başkanımız Aydınlık gazetesine adımızı jurnalliyor, gazete de hemen her gün benim gibi birçok arkadaşımın adını katiller diye yayınlıyordu.

*

Sivas kalesine birkaç kez çıktım. Arkadaş grubuyla. Şehri temaşa edip ayrıldık.

Sivas kültür merkezine sinemaya giderdim. Diğer etkinlikleri bilmezdim. Mezun olmaya yakın saz, gitar, org… gibi kursların olduğunu öğrendim ama artık geç kalmıştım. Şimdi otuz beş yaşıma bakmadan ney dersleri alıyorum.

Sivas postanesi çok eskidir. Kargir bir binadır. Arka tarafında telefon kulübeleri vardı. Girişte, merdivenlerin dibinde battaniyeye sarılıp yatan bir adam vardı? Hâlâ orada mıdır? Postane iki üç güne bir uğradığım yerdi. Mektup, telefon, koli…

Postanenin karşısında belediye kültür evi vardı. Duruyor mudur acep?! Orada ikindileri toplanırdık. Sait Türkoğlu, Yunus Ayata, Hüseyin Kaya, Mustafa Uçurum, Endican Mutlu orada buluşurduk. Bir de Çağrı vardı o zamanlar. Şimdilerde iman hizmetine gönül verdiğini, yazıyla ülfetini bitirdiğini duyuyorum. Orada Irmak Yazıları demlendi. Martı’nın birçok sayısını orada tashih ettik, yazılarını orada seçtik, okuyucu mektuplarını orada açtık, okuduk, cevap yazdık. Nezih bir mekandı bizim için. Önceleri Çerkesin kahvesi denen meşhur kahvehaneye giderdik ama orası sonradan biraz nitelik değiştirdi, biz de gitmez olduk. Alişahin Canozan, Berat Demirci, Ahmet Turan Alkan… o zamanın Sivas entelektüelleri o kahvehaneye takılırlarmış. (Ben rastlamadım.)

Sivas ulu caminin minaresi eğridir. Neden eğri, ne zamandan beri eğri? Sorularıma cevap veren bir sanat tarihçi çıkar mı dersiniz?

İstasyonu kaç yıllıktır? Cumhuriyetle yaşıttır desem bu konudaki cehaletimi izhar etmiş olacağım. İstasyon deyince demirçelik aklıma geliyor. Fuat’ı Suat’ı, Murat Erkuş’u anımsıyorum. Ahmet Genç’i anımsıyorum. Kıral Darıcı’yı anımsıyorum. Şiir gibi adamlardı. Dosttular, kardeştiler, arkadaştılar. Ayşe, Sevgi, Serap, Perihan, Hacer ve Nebahat… iyi kalpliydiler. Temiz duygulu, temiz düşünceliydiler.

Üniversite’nin kurulduğu yer önemli. Beş köy arazisine kuruluyor. Köyler başka yerlere taşınıyor. Oranın özelliği şu: Cengiz, Sivas’ı işgal edince karargâhı oraya kurmuş. Kızılırmak’a yakın bölgelere kuyular kazdırmış. Şehirden getirttiği kafaları o kuyulara doldurtmuş. Cengizhan sözünü duyan her Sivaslı şöyle bir diken diken olur.

Kızılırmak şehirle üniversitenin arasından akar. Boz bulanık akar. Akar akar… önünde bir baraj yoktur. Gerisinde baraj yoktur. Sivas su sıkıntısı çeker. O koca üniversite bir arıtma projesi yapıp da şehre oradan içme suyu sağlama teklifleri üretemez mi, üretir de maliyeti mi yüksek çıkar, bilemeyeceğim.

Sivas’ın güney cephesinde büyükçe bir ova var. Maraşlılar ekerler. Neden ora insanı işlemez? Çiftçiliği beceremezler. Pek alışık değillerdir. Tepeleri ne haldedir bir görseniz. Bir gölgecik için bile ağaç bulamazsınız. Yazıda yabanda, bahar geldi mi madımak toplayan kadınlar görülür. Akşam ziyaretlerinde misafirlerine madımak ikram ederler, madımak yerler. Madımak otuna türküler bile düzerler, onun turşusunu yaparlar, kavurmasını yaparlar. Madımak ebegümecigillerden yenebilen bir ot.

Evliya Çelebi’nin Sivas gezisini anlattığı yerlerde çok ilginç hadiselere değinir. Tuhaf bir doğumdan söz eder. Sonra erkeklerinin işe yaramaz olduğunu söyler. Oysa bugün biz Sivas için yiğidin harman yeri diyoruz.

Sivas işte, merdi de var namerdi de var.

Bankalar caddesindeki eve gelince… O evi, cemaatin evlerinden atıldıktan sonra tuttum. İki oda bir mutfak küçük bir evdi. Elektrikli sobayla ısınıyordum. Başta sınıf arkadaşım Kıral’la (krallardan farkı ı sesini kullanmasıdır) tuttuk. Kıral’ın bakmak zorunda olduğu akraba çocukları vardı. O yüzden başka eve ayrıldı. Ben de bir süre yalnız kaldıktan sonra Münir Çakmak ile kalmaya başladım. Münir tertipliydi. Bulaşık bırakmazdı, yemek yapmasını becerirdi. Münir’le uzunca bir süre kaldık. Çağrı, Sabahattin oraya gelirdi. Yunus Bey kaç kere akşam çayına geldi. Münir’in şair dostları gelirdi. Rüzigar dergisinin bazı toplantılarını orada yaptılar. Sabahlara kadar şiir okuduğumuz çok olmuştur. Doksan beşin ağustosunda Ahmet Genç’le Şeyh Galip okuduk. Galip Divanı’nı, Nedim Divanı’nı hatmettik. Sezai Karakoç’u, Cahit Zarifoğlu’nu okuyor uzun yorumlar getiriyorduk. Ahmet, daha gelenekçi ben daha yenilikçi idim.

Bir Haziran günü mezuniyet töreni yaptık. Ahmet Oktay çok heyecanlıydı. Alevi İrfan ve ortayolcu Murat hüzünlüydü. Birkaç kişiyi saymazsak bir bütünlük vardı.

Alelacele ayrıldım Sivas’tan. Evrakları teslim için iki gün vardı ve ben hiçbir hazırlık yapmamıştım. Burslu okumuştum, devlete beş yıl borcum vardı. Son gün saat beşe doğru evrakları tamamlayıp Maraş Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verdim. Yeniden Sivas’a döndüm. Martı yayındaydı. İki ayda bir okurla buluşuyordu. Ben üst perdeden öyküler yazıyordum. Sait Türkoğlu, ve diğer dostlarla vedalaştım. “Zadegan yuvası” adını verdiğimiz evimdeki eşyalarımı Mesut Duran ile Münir’e bırakıp ayrıldım. Mekanı anlamlı kılan dostlardır. O dostlara kalbimi, hatıralarımı bırakmıştım. Onların dostluklarını emanetime almıştım.

Bir güz gecesi indiğim yiğitler diyarından bir bahar akşamında ayrıldım.

Sivas, benim için Galip okuduğum Zadegan Yuvası’dır.

(Sühan dergisinden alınmıştır.)

 

 


Oynadığı Sinemalar



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-06-18 02:41:51
Değişiklik Tarihi : 2007-06-18 02:42:49
Okunma Sayısı : 10122
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim