BeyazKalemler Logo
SANDALYE

SANDALYE

Kaldırım kargası gibi bırakıp gitti beni. Gözlerini kıstı. Saçları uzamış, yüzü buruşmuştu. Rimel bulaşıkları dağılmıştı gözkapaklarına

 

Recep Şükrü Güngör

 

 

SANDALYE

 

Kaldırım kargası gibi bırakıp gitti beni.

Gözlerini kıstı.

Saçları uzamış, yüzü buruşmuştu. Rimel bulaşıkları dağılmıştı gözkapaklarına.

Tombul parmaklarını arkaya attı, tepesinden yakaladı, kendine çekti. İyice yerleşti yerine. Sırtını sağlamca dayadı.

Sevgilisi sebepsiz payandayı çözüp gitmişti.

İki gün sonra bayramdı. Hediyeler almış, mesajlar hazırlamış, kartlar, onun seveceği renklerde yeni elbiseler almıştı. O seviyor diye pembe rujlar sürecekti dudaklarına. O seviyor diye kumrala boyayacaktı saçlarını.

Öne doğru kaydı. Kocaman bir gacırtı, düşüncelerini dağıttı. On beşe on bir odanın ortasında yekpare oturuyordu. Sergisiz, mobilyasız, sıvasız odanın soğukluğu, sertliği, yalnızlığı, kimsesizliği, ruhsuzluğu içine işliyordu.

Her gün bakım yapıyor, losyonlar sürünüyor, parfümler sıkıyordu. Güne banyo yaparak başlıyor, onun yanına gitmeden önce dişlerini fırçalıyor, saçlarını jöleliyor, afili afili, dalgalı dalgalı tarıyor, arkaya atıyordu.

Terk edilecek ne yapmıştı?

Boşluğa kaydı bakışları, pencereye gazete parçaları gerilmişti, sokak görünmüyordu, yağmurun şıpırtıları duyuluyor, çınarın yapraklarının hışırtıları odayı dolduruyor, sonra da atmosfere dağılıveriyordu.

Boş odanın ortasında, tahta ayakların üstünde kıvranıyordu, nedensiz gidişlere alışık değildi.

Arkaya yaslandı yeniden. Yine büyük bir gacırtı böldü düşüncelerini. Bu da benim gibi, dedi. Yağsız kalınca mı, ilgisiz, sevgisiz kalınca mı, kimsesiz kalınca mı?! Benim içimdeki tıkanıklarım dışa vurup bundan mı ses çıkarıyor yoksa!

Ayağa kalktı, eline aldı, ileri geri salladı, ses yok, gacırtı yok, sapasağlam duruyor. Yerine koydu, oturdu üstüne. Ayakları turuncuya, oturakları gül kurusuna, sırtı kahverengine boyanmıştı. Eski bir kahvehaneden arta kalmış havası vardı.

Yevm-i cedit, rızk-ı cedit geçinip gideceklerdi. Üstesinden gelemeyeceği bir isteği de olmamıştı. Hem ağabeyiyle de iyi anlaşmışlardı. Babasıyla da tanışmışlardı. Annesi, ablası da sevmişlerdi. Her gidişinde güzel yemekler gelmiş, iyi ağırlamak için ev telaşa verilmişti. Kahveler, kahve falları, bol kahkahalar, sonra da canımlı cicimli konuşmalar… Şimdi kimseler yoktu. Telefonlar yüzüne kapatılıyor, hafif aralanan kapı hemen çarpılıyor, sokakta karşılaşılsa yön değiştiriliyordu? Nedendi böyle sırt çevirmeler?

Bir hainlik görmemiş, bir sadakatsizlik yapmamıştı.

Ah Mustafa ah, kırçozdun ama yüreğin tazeydi!

Bolca eteğinin sandalyenin ayaklarına kadar salınmasına aldırmadan, sırtını boşa vererek yaslandığı yere dönük oturdu. Kollarını dayadığı tahtalardan bir gacırtı yükseldi.

Kolları ne de düzgün, elleri ne de parlaktı. Ya bedeni… kusursuzdu. Tüyleri alınmış, losyon sürülmüş, pürüzsüzdü.

Kafasını kaldırdı;

- Söyle dostum sandalyem dedi, peygamber tavuğu gibi genç gürbüz ben, nerede yanlış yaptım da bu Mustafa beni terk etti?

- Senin hatan yok, senin hatan çok.

- İkisini de söyledin. Bire indirelim.

-Bire inmez. Bütün zıtların barınağı insansın sen. Hiçbir durumun izahı bir sebebe inmez. Çokluk içinde bir beden görünüyorsun. Sen aslında milyonlardan oluşuyorsun.

- Bak sen şu sandalye tahtasının söylediklerine! Bu tahta halinle nasıl biliyorsun bunları?

- Senin oturman için bütün cinsim yarışır. Çok azımız ulaşır bu emeline. Üstüme oturdun mu, senin özelliklerinin bir kısmı bana da geçer. Senin gibi sevinir, üzülür, ağlarım.

- Bir de gül bari! Benim başımda kavak yelleri esiyor, sen eğlentiden söz ediyorsun.

- Deminden beri haline ağlıyordum ama sen bana gacırtı çıkarıyor diyorsun.

- Madem benim düşüncelerimi, duygularımı hissedebiliyorsun, söyle bakalım, Mustafa beni neden terk etti?

- Bana darılırsın. Üzülürsün. Belki beni de üzersin.

- Söyle be! Ben o kadar acı içindeyim ki, darılacak halim yok.

- Sen ruhsuzsun da ondan terk etti seni. Dışını süslüyorsun, ama, içinden gacırtılar geliyor. His yok, heyecan yok sende.

Sandalyenin koltuğuna eğilirken gacırtılar doldurdu odayı.

Sandalye bir köşeye, o bir köşeye düştü. Gün ışıyıncaya dek gözlerini açamadı.

Hediyelerini, mesajlarını, kartlarını, buruşuk yüzünü, rimel bulaşığı gözkapaklarını, içinin gacırtılarını toplayıp çıktı odadan. Sevdiği de içinden çıkmıştı.

Kulaklarında sandalyenin sesi yankıyordu: Ruhun yok, ruhun yok, ruhun yok…



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-06-30 01:53:13
Değişiklik Tarihi : 2007-06-30 01:53:13
Okunma Sayısı : 6782
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim