BeyazKalemler Logo
“HATİCE’Sİ OLURUM...”

“HATİCE’Sİ OLURUM...”

“Kutlu doğum”la birlikte yeni bir düşünceye doğmak için Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımını ve davranışlarını konu alan kitaplara kaçıyorum. O kadınları nasıl seviyordu? Ailesi nasıldı? Aşk ne demekti onun için?

Kadın, Allah’ın pertevidir, maşuk değildir.
Kadın, Hakk’ın ışığıdır, nûrudur.
Sanki o, mahluk değildir de hâlıktır.
Mevlana

 

Dini, hayatı ikame eden bir gerçeklik olarak değil de kültürel bir öğe olarak ele alan modern dünya, din ve dünya arasında derin bir uçurum olduğuna dair söylemini her geçen gün daha da keskinleştiriyor. Dini, dünyadan dışladığımız zaman özgürleşeceğimiz ve çoğalacağımız söyleniyor pozitivist bir üslupla her defasında...

 

Dinin, hayatımızı yaşanılmaz kılan, her hareketimizi kısıtlayan, bizi daraltan ve azaltan bir etkiye sahip olduğunu fısıldıyor modern dünya kulaklarımıza. Ama daralan ruhlarımız ve SOS veren vicdanlarımız kendini bile aydınlatmaktan mahrum aydınlanmacı düşüncenin mumumun giderek sönükleştiğini haber veriyor bizlere...

 

Ne var ki suçu sadece seküler düşünceyi hararetle savunan aydınlanmacı “aydınların” üzerine atıp kurtulamayız. Meydanlarda laiklerden daha laik dindarların gezindiğini gördükçe Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “Masum değiliz hiçbirimiz” demekle yetinebiliyoruz ancak... Belki garip gelecek ama ortada laiklerden daha laik bir dindar güruhun olduğu ve her geçen gün bu güruhun kalabaklaştığı bir gerçektir ve inkar edilmeye çalışılsa bile Kutlu Üstadımızın dediği gibi maalesef “bu böyledir”.

 

“Laikçi dindarlar da ne oluyor, böyle şey mi olur?” demeye hazırlananlara sadece kendi hayat tarzlarına kısa bir göz atmalarını söylemekle yetineceğim. Namaz kılana kadar dinin içinde, onu alelacele bitirdikten sonra dinin içinden çıkıp dünyaya dahil olduğumuz ve artık dinin değil de dünyanın kuralları ile hareket etmemiz gerektiği düşüncesi hangimizin anlam dünyasında yer etmemiştir ki? Artık itiraf etmemiz gerekiyor ki, dini dünyadan en çok da bizler yani kendini dindar olarak adlandıran grup dışlıyor. Belki fikrî anlamda böyle bir şeyi savunmuyoruz hiçbirimiz ama dinin her alanda belirleyici bir role sahip olduğunu unutuyoruz. Dini sadece şekillerden ibaret ruhsuz ve cansız bir varlık olarak algıladığımız için namaz, oruç vs. bitince din de bitiyor bizim için ve artık dünyaya dahil olduğumuzda dünyanın verili kuralları ile hareket etme zorunluluğunu duyuyoruz içimizde... Dinin kuşatıcı bir etkinliğe sahip olduğunu her defasında unuturak...

 

Bunun neticesinde dini, hayatın içinde var olan organik bir yapı olarak değil de aksesuar olarak algılayan anlayış, dini ve dindarlığı bir belirli günler ve haftalar listesine çevirmekten de kendini alamıyor. Böylelikle sadece kutlu doğum gibi günlere hapsedilmiş bir din anlayışı karşımıza çıkıyor ve o gün geçtikten sonra evli evine köylü köyüne yaklaşımı ile Efendimiz evine gönderiliyor biz de kaldığımız yerden dünyevi hayatımıza geri dönüyoruz.

 

Başka türlü ifade etmek gerekirse modern dünya, bizleri daha az kadın, daha az erkek, daha az çocuk, daha az anne-baba, daha az dindar kısacası daha az insan yapmak için çabalarken, bir yandan da “kutlu doğum” gibi kodlarla o günleri “değer”li yapan “değer”lere değil “günlere” vurgu yaparak bizi “değersiz”leştirmeye yönelik bir harekâtı başlatmış olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu sebepten bize dayatılan “kutlu doğum”u kutlamayı reddediyorum. “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” diyen, dini hayatın içinde ve her anında canlı bir varlık olarak gören öğretiye kendimi daha yakın hissediyorum.

 

Bir “kutlu doğum” daha yaklaşırken bu cümleler birikiyor kalbime ve seküler dünyanın etkilerinin en çok da kadın-erkek ilişkilerine sirayet ettiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Yani dini dünyadan dışlamakla genelde insanî ilişkilerimiz, özelde ise kadın-erkek ilişkileri dünyevileşiyor. Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımı “dünya”mızdan uzaklaştıkça azalıyor ve yalnızlaşıyoruz. Böylelikle evlerimiz bize “ev” olmaktan uzak düşüyorlar ve kalbimiz gün geçtikçe daha fazla kan kaybediyor...

 

Bu kertede yaklaşan “kutlu doğum”la birlikte yeni bir düşünceye doğmak için Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımını ve davranışlarını konu alan kitaplara kaçıyorum. Dini, hayatı ikame eden bir gerçek olarak bizlere sunan o güzel insanın ikliminde, kirlenen ruhumu dinlendirmek istiyorum. O kadınları nasıl seviyordu? Ailesi nasıldı? Aşk ne demekti onun için? Ve sevgi... Hayatındaki yeri ve anlamları neydi aşka ve sevgiye dair kavramların?... Bunları bilmek ve bugünkü dünyanın kirlenmiş ilişkilerinden, içi boşaltılmış kavramlarından kaçarak O’na sığınmak istiyorum.

 

Efendimiz’i, eşlerini ve onların çevresindeki insanları her defasında melekleştirilmiş insanlar olarak gördüğümüz gerçeğiyle yüzleşiyorum okuduğum kitaplarda... Bunun da Nasranî bir düşünceden neş’et ettiğini düşünüyorum. Böylelikle onlar “insanlıktan” uzaklaşıp melekleşecek ve biz de kendi “insanlığımızı” meşrulaştıracaktık... Evet, onlar gerçekten üstün vasıflarıyla zirve insanlardı. Ama her ne olursa olsunlar “insandılar” öncelikle... Nefisleri, şeytanları, zaafları olan, düşen, kalkan, yaralanan ve kalp sahibi insanlardan bir insan... İlk önce bu gerçeği görebilmek ve onların dünyasını, kendi dünyamıza yakınlaştırmak gerekiyor ki o insanları, aşklarını, sevgilerini ve dünyaya bakışlarını anlayabilelim...

 

Bu pencereden bakmaya başladığımda karşıma birbirine zıt iki insan protitipi çıkıyor: Kadını kadın olduğu için seven, onun hiçbir fedakârlığını karşılıksız bırakmayan, tepeden tırnağa aşkla donanmış bir Peygamber insan ve kadının kendisinin kölesi olduğunu sanan, gel deyince gelmesi gereken git deyince gitmesi gereken bir varlık olarak addedip aşağılamayı, kırmayı, terk etmeyi ve hatta dövmeyi normal olarak gören bir ümmet insan...

 

Etrafımdaki evli veya bekâr bayan arkadaşlarımla konuştuğumda çoğunun bir şekilde bir erkek tarafından yaralandığını görüyorum. Büyük bir kısmı mahzun, mutsuz, ümitsiz ve yaralı... Hiçbirinin bugünün erkeğinden yana bir ümidi yok... Ve ilginçtir ki hepsi, kendisini dindar olarak addeden erkekler tarafından yaralanmışlar. Kendisine bizim anlam dünyamızda yer açmaya çalışan bu yaralayıcı erkeklerin yaptıkları davranışlara bakıldığında, bu davranışların hiçbirinin bizim anlam dünyamızda yerinin olmadığını görüyoruz. İşine geldiği şekilde davranmayı erkeklik sanan bu erkekleri, kendisinde ilahi tecelliyi müşahede ettiği için kadını seven Peygember’in davranışlarıyla baş başa bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira İbn Arabi’nin ifadesiyle “Kâinat kadın ve erkeğin üzerinde durmaktadır.” Erkekler, kadını ve kâinatı munisleştiren kadın kalbini yıkmakla bir anlamda kâinatı ve kâinatın kalbini yıkıyorlar.

 

Kadını ilahi tecelliye âyine olarak gören anlayıştan uzaklaşıp da sadece kendisini mutlu ve tatmin etmek için yaratılan bir meta halinde gören anlayışa yaklaşan erkek zihniyeti kendini dindar olarak tanımlasa da yaptığı davranışları hiçbir şekilde “dindar” olarak tanımlayamaz. Tanımlasa bile bu, en fazla onun, Efendimiz’in semtine uzak, seküler-dindarların evine yakın düşmesini sağlar...

 

Bu meyanda sormak gerekiyor: Kadınları kırmayı, üzmeyi, dövmeyi kısacası onların hakkına girmeyi önemsiz bir davranış olarak addeden dindar bir erkek zihniyetini; kul hakkı kavramını kendine temel edinmiş bir dinin hanesine mi yazmamız gerekir, yoksa modern dünyanın “kul hakkına” yer olmayan anlayışının hanesine mi?...

 

Bütün bunları düşünürken aklıma bir bayan arkadaşımın söylediği o müthiş ve çarpıcı cümle geliyor. Kendisiyle sohbet ederken her defasında iyileştiğim bir bayan dostum, kendisinin, Hz. Hatice’nin fedakârlık anlayışını örnek aldığından ve benimsediğinden söz açmıştı. Ve yaptığı fedakârlıklara karşısındaki erkeğin vefakârane değil cefekârane karşılıklar verdiğini anlattıktan sonra yaptığı fedakarlıklar sonucunda fena halde canının yandığını söylemişti. En sonunda da beni hâlâ düşündüren şu cümleyi kurmuştu: “Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum...” Dostum, kendisine Muhammedî rayihalar soluklatacak ve Muhammedî muhabbetle donanmış bir erkeğe büyük fedakârlıklar yapabileceğini anlatmak için söylemişti bu cümleyi... Ama farkında olmadan kanayan bir yaraya işaret etmiş, bugünün dünyasında böyle bir erkeğin zor bulunacağı imasında bulunmuştu...

 

Kutlu Doğum’u kutlamaya hazırlananları, içi boş kutlamalarla yorulmak yerine oturup bu cümle üzerinde uzun uzun düşünmeye davet ediyorum. Çünkü erkeği ve kadını ile Efendiler Efendisinin muhabbet ve aşk dünyasını anladığımızda, şimdilerde teklemeye başlayan kâinatın kalbinin yeniden aşk ve şevkle atmaya başlayacağını düşünüyorum...

 

Fatma Zehra


Oynadığı Sinemalar



Kaynak:

Eklenme Tarihi : 2007-04-23 21:18:26
Değişiklik Tarihi : 2007-04-23 22:56:26
Okunma Sayısı : 11970
İnternet Altyapısı : Ejder Bilişim