BeyazKalemler Logo
Anasayfa
Şiir
Öykü
Mektup
Deneme
Kitap
Sinema
Söyleşi
Linkler
Künye
Üye Ol Şifremi unuttum İletişim
Anasayfa Recep Şükrü Güngör  
O
Başımda buluttu. İçimde merhamet. Ben ona layık olamadım. İçimdeki O’nu koruyamadım. Büyüdükçe O’na yaklaşmam gerekirken, uzaklaştım. Kalbim soğurdu. Aklım soğurdu. Sayrı bir halde yaşamaya başladım. O’ndan uzak yaşamak ne kadar da zor.
O

 

O

 

recep şükrü güngör

 

İçimde bir gök gibi çoğalttım onu.

Bugüne dek, O’nunla ilgili hiçbir kutlamaya katılmadım. O’nun adına yapılan kutlamaların ne kadar küçük kalacağını düşünüp, bilip katılmadım. O’nu yazmayı, bu yalan yığınında onu anmayı düşünmedim. Öykücüydüm nihayetinde, yani yalancı, yani uydurukçu, yani hayalci, yani kurmacacı… Okuyucusuna yalanlar uyduran biri O gerçeği nasıl anlatır dedim kendi kendime.

Editör Said Türkoğlu zorlamasaydı yine de yazamayacaktım. Yitik Düşler Allah’ın birliğine inanan edebiyatçıların toplandığı bir dergi. Bu derginin böyle bir sayı düşünmesi gayet doğal. Ama O’nu yazacak güçten acziyetim beni böyle mırın kırın etmek zorunda bırakıyor.

Batılı düşünürlerin O’nun hakkında büyük, tumturaklı laflarını –sözlerini mi demeliydim?- çok sıradan buluyorum. Sadi’nin, Mevlana’nın, Niyazi-i Mısrî’nin sözlerini daha derinlikli buluyorum. Düşünürlerin sözlerini sıralayabilir, onlardan bir bütün oluşturabilirdim. O’nun soyacağını öyküleştirebilirdim. Mukaddes kitabımızda geçen bölümlerden alıntılar yaparak daha referanslı bir yazı yazabilirdim. Acziyet işte…

İstiyorum ki, O’nun bendeki karşılığını, yüreğimden geldiği gibi yazayım. Bu yazıda, bunu deneyeceğim. Doksan birden bu yana kör topal yazıyla uğraşıyorum. On altı yıldan bu yana O’nu yazamamışım. Yazmaya cesaret edememişim. Şimdi bu cür’eti göstereceğim. Cahilliğimin bağışlanmasını dilerim.

Dedim ya, O’nun bendeki karşılığını yazacağım. O’nunla ilk kez ilkokul sıralarında tanıştım. Hüseyin İnce –birinci sınıf öğretmenimdi, yaşıyorsa ellerinden öpüyorum, ölmüşse rahmet diliyorum- bana Diyanet yayınlarınca basılmış kalınca bir kitap verdi. Adı Hatemül Enbiya idi. Kur’an kursu öğrencilerinin ders kitabı olduğunu ilkokulu bitirip Şazibey Kur’an kursunda okumaya başladıktan sonra fark ettim.

Köyde Kürt aşiretlerinin katarlarınca bırakılmış gazete parçacıklarını okuyordum. Kuzucukları otlatmaya gittiğim günlerde dereden tepeden gazete sayfalarını toplar okurdum. Öğretmenim bu okuma iştiyakımı fark etmiş, bana yukarıda sözünü ettiğim kitabı almış. O kitabı birinci sınıf boyunca birkaç kez okuduğumu anımsıyorum.

O’nunla ilk tanışmam o kitapla oldu. Kulaktan dolma bilgiler ufak tefek vardı ama ilkokul bir öğrencisi için o kitap bütün yanlış bilgileri siliyor, yerlerine oradan doğrularını yazıyordu.

Köydeki kargir evimizin tahta döşemeleri gıcırdadıkça O’nun da bizimle yaşadığını hayal ederdim. Evimizin içinde başka bir ev varmış, O orada yaşıyormuş, bizi her an görüyormuş gibi gelirdi. Kuzuları otlatmaya götürdüğümde yanımda O’nun da olduğuna inanırdım.

İlkokul yıllarımda en sağlam yanım O’nunla yaşıyor oluşumdu. Namaz kılardım bolca. O’nun çok namaz kıldığını öğrendiğimden olsa gerek, çocuk aklımla, evde oyundan kotardığım zamanlarımı seccadede geçirirdim. Böyle yapınca O’na daha yakın olduğumu hissederdim.

Öğretmenim, kitabı üç kere okuduğumu öğrenince beni daha çok sevmişti. Her okul çıkışı o kitabı bitirişim hatırına bana bir şeker verirdi. Ben de o şekeri beşikteki kardeşime götürürdüm. O şekerler sanki öğretmenimden değil de O’ndan geliyordu.

İlkokul boyunca O’nun hayaliyle yaşadım. Çocukluk düşlerimin baş kahramanıydı O. Rüyalarımda görürdüm. O rüyalarımdan hatırımda belli bir sima yok. O, yanıma o kadar yaklaştığı halde tasvirine dair herhangi bir unsur bulamıyorum şimdi zihnimde.

Ortaokul-lise yıllarımda yine beni takip etti; ama artık nahif yanımın kabalaştığını, sertleştiğini, köreldiğini hissediyordum. Bu hal arttıkça O’nu uzakta görüyordum.

Lise birde O’nu ve bütün inançlarımı yitirdim. Herhangi bir imanî değere inanmıyordum. İmansız mıydım? Bilemiyorum. Ama içimde hiçbir inanç yoktu. O inançsızlığımda O’nu yine de yanımda bir koruyucu gibi hissediyordum.

Lise üç ve dört yıllarımda Asım Köksal’ın, Salih Suruç’un eserlerini okurken O’nu bir kere daha yanı başımda duyuyordum.

Mescide girdiğinde ibadet edenlerin yanına değil de müzakere edenlerin yanına gidişi beni çok etkiler. İlmi öncelemesine vurulurum.

Şair değildir. Şair sahabelere ilgisini söylemeye gerek var mı? Cüppesini çıkarıp şair sahabeye hediye etmesi şairler için ne muhteşem bir tablodur. Ka’b bin Züheyr o sahabe değil mi? Küçük çiçek anlamında bir ismi vardı.  

Öyküleyici anlatımı çok iyi kullanmıştır. Hadislerinin çoğu bir olayı anlatır. Bu bakımdan benim için ayrıca bir alan araştırması doğuyor. Bugünlerde modaya uygun yayımlanan sahabe öyküleri, peygamber öyküleri gibi alelacele hazırlanmış metinleri okuyamıyorum. Dilsiz, edebiyatsız bir metne tahammül edemem, kusura bakmayın.

Taif’ten kovuluş… Bir salkım üzüm… Ninovalı Addas… Taşlanma… Ayakların kanlar içinde kalışı… Buna rağmen beddua etmeyiş… Bir kişi bile inanan çıkacaksa helak olmalarını istemeyiş… Bu tablo ne öyküye sığar ne de bir romana.

 

O’nun bendeki yansımalarını anlatabilir miyim? Güç iş. Benim görebildiklerimi, hissedebildiklerimi anlatabilirim.

***

“Sen geldin benim deli köşemde durdun

Bulutlar geldi üstümde durdu

Merhametin ta kendisiydi gözlerin

Merhametin saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu

Bulutlar geldi altında durduk”

                                    (Köşe, Sezai Karakoç)

Başımda buluttu. İçimde merhamet. Ben ona layık olamadım. İçimdeki O’nu koruyamadım. Büyüdükçe O’na yaklaşmam gerekirken, uzaklaştım. Kalbim soğurdu. Aklım soğurdu. Sayrı bir halde yaşamaya başladım. O’ndan uzak yaşamak ne kadar da zor. Ama ne hazin ki O’ndan uzak yaşamayı tercih etmek de benim elimdeydi. Bulunduğum mekanlar hep O’nun adının anıldığı yerlerdi. İş arkadaşlarım hep O’nun sevdalısı mübarek kişilerdi. Ben onların içinde böyle bîgâne kaldım. Yaşadığım, iç çölümde susuzluğa mahkum olmaktı.

Şair olsaydım şöyle derdim:

“Ah elimi tutsaydınız bırakır mıydım Efendim

Ah elinizi tutsaydım

Ve değseydi bakışlarınız gözlerime

İstanbul’u fetheden ben olmaz mıydım Efendim”

                                               (Mustafa Oğuz, Dergi, sayı 14)

 

Taşların tıktıkalarında, havanın demdemelerinde, bulutların pötürtülerinde, ağaçların hışırtılarında O’ndan bir ses, bir ışık, bir iz var.

O’nun bendeki yansıması demiştim. O, bende bir dost bir can olarak yaşadı. Kalbimin küllendiği demlerde bile beni terk etmedi.

Benim ben olmaktan çıktığım zamanlarda varlığını hissettirdi. Ben ne kadar duymazdan gelsem de o seslenmeyi sürdürdü.

O’nun öldüğüne inanmıyorum. Yunus “Ölen hayvan imiş, canlar ölesi değil” diyor. O’nun canı yaşıyor. Yanı başımızda yaşıyor.

Şairler, yazarlar O’nun güzel isminin ikliminde bir soluklanmaya yönelmişler. Belki bir üslupçuluk birliği. Belki de sadece uzaktan gördüğümü vehmettiğim bir birliktelik. Belki de sanrım. Sanrı da olsa, vehim de olsa O’nun adının anılarak kurulmuş olması bir caddenin açıldığını gösteriyor.

O’nun ardından koşanlar menzilin adresini doğru anlayanlardır. O’nun peşini terk edenler mektubu yanlış yere yazanlardır.

Doğru yere yazdığımı sanıyorum. Zan üzerine bina edilmez hayat; ama benim içimde yansıyan mektubun cümleleri şu an bana müphem…

O’nun içimdeki müziğini dinliyorum. O’nun getirdiği mektupta bildirilen habere muhatabım. Muhataplığımın liyakatini bilemesem de sözün/kelamın/sesin/özün karşısında sorumlu tutulmuşum.

Hira’dan Mekke vadilerini gözlemlediği günlerin hürmetine, örümcek ağının ardında üçüncü dostun Rab oluşunun hürmetine, Uhud dağının eteklerindeki o büyük kayaların arasında dişinin kırıldığını fark ettiği, dudağının yarasından kan aktığı günlerin hüznü hürmetine, kardeşlerime selam olsun deyip kıyamet dirilişçilerini işaretlediği ikindi hürmetine O’na varlık ve yokluk adedince salat ü selam olsun.

Size bir çuval keçiboynuzu çiğnettim. Hakkınızı helal edin. Ben kurmacacıya, ben yalancıya, ben hayalciye de dua edin.

Yorum Yaz | Sayfayı Yazdır
 
 
?yeler
>  YAZARLAR
 
Ali Pektaş
Cahit Yağmur
Çağla Göksel Çakır
Deral Baran
Elif Konar
Elif Şeydâ Ö.
Fatma Zehra
Hıdır Ala
Hilal Küçük Özdamar
Nihat Dağlı
Recep Şükrü Güngör
Turhan Bozkurt
Yüsra Mesude Arslan
 
>  EN COK OKUNANLAR
 
Bilmem ki
Medine`nin Gülü
ANSIZIN
OYUNCAK
Su güzeli
YAŞAMIN GİZEMİ
RECEP ŞÜKRÜ GÜNGÖR İLE SÖYLEŞİ/ İbrahim Gökburun
İNCE BİR SIZI
GENÇ YAZAR ADAYINA ÖĞÜTLER!
GECE MÛSIKÎSİ